ÇÖREKLER VE ÇİÇEKLER - ARDA CEM TOKER
ÇÖREKLER VE ÇİÇEKLER
Nedensizlikle dolu bir biçimde, gecenin ortasında uykum keskince bölünmüştü. Ağrıyan başımın bir an için düşüp gecelediği lacivert yastık yavaşça kayıp düşmüş, boynumun tutulmasına ve acılarıma bir yenisinin daha eklenmesine sebep olmuştu. Beni uyandıran sebep neydi? Açık pencerenin önünde zifir gibi gökyüzünün her yanını işgal etmekle meşgul kızıl bulutlara bakıp bunu sorguluyordum. Bu bulutlar yarın için havanın ya cehennemden esintiler taşıyacağını ya da kulakları sağır edecek bir sağanağın göğü yırtarcasına yeryüzünü yıkayacağını haber veriyordu. Tatsız bir his de vardı fiziki acılarıma eşlik eden. Oysaki gök mavi, dal yeşil sürüyordu yaşamım. Her sabah saat yedide uyanıyor, bir parça kızarmış ekmek ve bir fincan filtre kahvemi tüketip yola koyuluyordum. Gri renkli, siyah dikişli, dirsekleri birkaç iplikle yamalı bir takım elbisem vardı. Gömleklerimi ütülemeyi hiçbir zaman beceremediğim için kar gibi gömleklerim susuz, paramparça toprak kütlelerine benzerdi. Öyle ki kendimi bu şekilde görmekten utandığım için dükkânların önünden geçerken camlarına yüz çevirirdim. Yemek yapmayla da aram iyi sayılmazdı. Hazır yemekler ve market ürünleri yüzünden son zamanlarda kıyafetlerime sığamaz olmuştum. Yeni giysiler adına maaşım beni kaldıramazdı. Bazı geceler aç midemi suyla doldurur başıma yastık basıp uyurdum. Sefil denemezdi bana, bir şekilde yaşıyordum. Evim babamların bana bırakabildiği yegâne şeydi. Çatısız, beyaz ve alabildiğine ferah bir Akdeniz eviydi. Elbette ki yalnızca dışarıdan görünen buydu. İp gibi dizilmiş evlerden oluşan dikdörtgen taşlarla örülü dar sokağımızdan yürüyen herhangi bir kişi benim evime imrenerek bakardı. Ancak içini dolduracak ve boyasını yaptıracak durumum hiç olmamıştı. Mutfak ve salon görkemli parçalarla süslenmişti. Granit tezgâhlar, çiçekli servis pencereleri, el yapımı tablolar… Ama oturacak iki koltuk ve yatmak için birkaç yer minderi dışında evde pek bir şey yoktu. Sabahın seyirlik aydınlığı gözüme ilişmeye başlıyordu. Göğün çığırtkan bir kuzgunun kanatlarından daha kara tuvaline aydınlık bir fırça darbesi çalınmıştı. Kahvaltı mahiyetinde bir şey bulamamıştım. Kırık beyaz renkli mutfak dolaplarının içinde birkaç kraker ve meyve suları bulup kendi çapımda ufak bir ziyafet çekebilmiştim. Bugün benim için özel bir gündü.
Bugün eşimle evlilik yıl dönümümüzdü. Eşimle bir süredir belli sebeplerden ayrı yaşamak zorunda kalmıştık. Ona bir sürpriz yapıp küçük hediyeler ve çocuksu tazelikteki hislerimle karşısına çıkacaktım. İlk işim tren bileti almak üzere istasyona gitmekti ve klasik takımımı kuşanıp şapkamı başıma geçirdim. Ocak ayı iliklerimden acımasızca geçiyordu. Korkusuz ve kararlı rüzgâr dişlerini etime saplıyordu. Parmaklarım morarmıştı ve uyuşukluk başlıyordu. Yılın bu zamanı seyahat etmek akıl kârı mıydı bilinmez ama unutulmamalı ki bugünün özelliği her şeyin önünde çelik bir duvar gibi duruyordu. Biletim elimdeydi. Kırmızı şapkalı gişe memurunun ince cam ardından bana uzattığı bu küçük kâğıt parçası, beni görüşmediğimiz yedi ayın ardından karıma kavuşturacaktı. İstasyonun karşı kaldırımına bitişik bir çiçekçi vardı. Burası tepesinde kırmızı beyaz tente bulunan, kapısının iki yanındaki envaiçeşit bitkiler ve çiçeklerle süslü iki kolonuyla beraber oldukça hoş bir yerdi. Mor paspası aşıp demir parmaklıklı kapıdan içeri girdim. En güzel çiçeklerden bir buket hazırlattım. Gün ışığı gibi papatyalar - duru kokusu ve ihtişamlı parlaklığıyla güller- birkaç da kasımpatı. Onun kasımpatılara ayrı bir aşkı vardı sanki. Bunu unutmam mümkün değildi. Sahra’nın kumlarından saçları, geniş ılıman ormanlardan gözleri ve her seferinde ruhumda sevdadan yangınlar çıkaran tebessümüyle o dünyamın biricik harikasıydı. Bir de buranın çöreklerinden almıştım. Ana meydandaki Notheus Aile Fırını’nda yapılan sıcak ballı çörekler onun her zaman vazgeçilmeziydi. Trenimin sesini işittim. Hızlıca istasyona koştum ve demirden bir dev karşımda beni selamlıyordu. Dumanı gökyüzüne yükselirken çıkardığı yüksek ses bazı çocukları ürkütmüş, ebeveynlerine zor anlar yaşatmalarına sebep olmuştu. Demir, paslı ızgaralardan meydana gelen merdivene adım atıp memurun yerimi göstermesine ve biletimi işaretlemesine izin verdim. Başımı trenin camına doğru çevirdim ve vedalaşan insanları seyrettim. Ne kadar ilginç bir duyguydu veda etmek! Bekliyordu geride kalanlar, belki zorunlu bir çaresizlik belki de istemli bir elveda vardı bekleyişlerinde. Ancak her şeyin özetinde bir başına kalan birkaç küçük insan vardı sadece. Bu kadar sade, bir o kadar da gaddardı veda. Tren ayrılık çizgisinde ufalanırken yolcuları da metalden bir zebani gibi koparıyordu sevenlerinden. Beni ise bekleyen kimsem yoktu geride. Bilemem; belki de gece yarıda kesilen uykularımın, ruhumdaki temellendiremediğim katı ağırlığın, tatsız dediğim her mağrur sabahın nedeni de buydu. Ben kimsesizdim burada. Ben yalnızdım, insansızdım, bağsızdım. Kocaman bir ovada tek başına dikili ufak bir fidandım. Gölgem kendime bile yetmiyor, bir başınalığın kızgın sıcağında kavruluyordum. Kimsem diyebileceğim tek kişi ise uzunca bir süredir başka yerde ikamet etmek durumundaydı. Kondüktörün seslenişi ve ardından vagon memurunun duyurusuyla anlaşılıyordu ki varış noktama gelmiştik. Düşüncelerimi ve çektiğim çilelerin sebeplerine dair varsayımlarımı başımı yasladığım camda bırakıp aynı merdivenlerden beni eşime ulaştıracak topraklara ayak bastım. Buranın havası ve içime dolan nefesin tadı bile huzur veriyordu bana. Sivri ve sızlatan bir hasret vardı adeta her esen meltemde. Kiremit rengi kaldırımlarda at arabalarının duraklarını, nehir kenarına kurulmuş küçük lokantaları ve yanındaki savunmasız kediyle oynayan küçük kız çocuğunu seyrederek yürüyordum. Çörekler ve çiçekler kollarımın arasında güvendeydi. Onları heybetli bir kartal gibi kanatlarımın arasına sarmıştım. Yuvarlak çatılı iki kanatlı bir kapıdan geçtikten sonra her yanı cinsi belirsiz ama güzelliği şüphesiz çiçeklerle süslü taş yolda yürümeye başladım. İşte buradaydı tam karşımda! Tanrım kalbim bir sinekkuşunun kanatları gibiydi, öyle özlemiştim ki onu… Çiçekleri başucundaki hazneye yerleştirdim ve fotoğrafını sessizce okşadım.
Yedi ay oldu sevgilim, ben ise hiç iyi değilim. Yağmurlarda ıslandım, kasırgalara göğüs gerdim. İnce, sinsi bir hastalıktı seninki ve ikimizi de yendi. Hem çörekler de çoktan soğudu. Buraya varana dek tüm sessiz feryatlarımı dinledim, uyanışlarımdaki yıkılmışlığın sebebini de öğrendim. Geliş amacımdan asla uzaklaşmadığımı bilmeni isterim. Hiçbir zaman unutmadım ve yok oluşumun eşiğinde bile asla unutmayacağım.
"16.yılımız kutlu olsun Mathilda."
Arda Cem TOKER
Arda Cem'in sesinden dinlemek için:
Yorumlar
Yorum Gönder