MAVİ'YE MEKTUPLAR 3 - NUR ÇETİNKAYA

 MAVİ'YE MEKTUPLAR 


            Hayat. Beş harfli olan bu kelime benim için bir karmaşadan ibaretti. Senelerdir içindeyim bu kelimenin ve senelerdir bu kelimeden anladığım herkes giderdi, herkese güven olmazdı, her şey bir dersti pişman olmaksa yersizdi. Sevdiğin arkadaşların seni sevmeyebilir, mutlu bir an kâbusa dönebilirdi. Hiç beklemediğin insanlar arkalarında sakladığı bıçağı hiç beklemediğin anda gözlerinin içine baka baka göğsünüze saplayabilirdi.

Güvenmemeyi öğrenmiştim. Çok uzun bir zamanımı almıştı ama öğrenmiştim. Sonra o çıkagelmişti, Mavi… Güvenmemeyi öğreten hayat onu çıkarmıştı karşıma.  Güvenebileceğim tek kişi gibi hissettirmişti. Zinciri kırmıştım. Yıllarca bir yerlere iteklediğim güven duygusunun tüm birikimiyle öyle bir güvenmiştim ki ona. Her duygu fazlalaştığında tersine dönermiş ya hani, güvensizliğim de ona karşı koşulsuz güvene dönüşmüştü. O ne yapmıştı peki? Herkes gibi olduğunu göstermişti. Hatta daha da ileri gitmiş ve hayatın sillesini atmıştı bana. Hiç kimsenin yapmadığını yapmıştı, en hissiz, en gaddar, en acımasız kişi olmuştu bana karşı. Hiç gitmeyecekmiş gibi gelip, hiç gelmemiş gibi gitmişti.

Parmak uçlarımla sevmiştim yüzünü defalarca, uyanmasın diye. Yüzündeki tüm çizgileri ezberleyerek sevmiştim. Kirpiklerini sayarak, kaşının üstündeki minik çizgiye dokunarak sevmiştim. O bana bakarken gözlerinde kendimi görerek huzur bulmuştum. Mutluluğu iliklerime kadar hissetmiştim yanında. Sevmekten başka ne yapmıştım? Hiç kimseye olmadığım kadar dürüst olmuştum, ince düşünerek sevmiştim. Bazen kırmıştım belki ama gönlünü almak için de tüm yolları denemiştim. Peki, hak ettiğim bu muydu? Öylece ortada bırakılmak mıydı? Hayallerimize ne olmuştu birden? Hayatımın merkezinde olan adam bir anda tüm çemberi yıkmıştı. Yaşananların hiç mi önemi kalmamıştı da hayatına başkasını almıştı?

Yutkunmam zorlaşıyordu derinlere indikçe. Adımın seslenilmesiyle kafamı kaldırdım elimdeki çay bardağından.

“Dünyadan Efsun’a, hey!” Doğru ya bir kafedeydim, arkadaşlarımlaydım. Ne zaman düşüncelerde kaybolup gerçekliği yitirmiştim? Masadaki herkese değdirdim gözlerimi. Gözlerindeki merak pırıltılarının hedefi bendim. Ciğerime aldığım solukla gerçekliğe daha da adapte olurken cevap vermek için dudaklarımı araladım.

 “Efendim, dalmışım bir an kusura bakmayın.” Sesim zar zor can bulmuştu, uzun süredir konuşmamış gibi.

“Efsun, iki saattir sana sesleniyoruz kuzu.”  Duyduğum kelimeyle yüzümü sabit tutmaya çalışarak gülümsedim. Kuzu kelimesini lügatten çıkartamıyor muyduk? Ne olurdu bir şeyler onu hatırlatmasa sanki.

“Geldiğinden beri de hiç konuşmadın, çok sessizsin.” Sessiz miydim? Ruhum çığlık atıyordu, duymuyorlar mıydı? Kimin dinlediğine göre değişirdi, değil mi? O duyuyordu önceden tüm çığlıklarımı, burada olsa yine duyar mıydı?

“Sorun yok, dalmışım sadece.” Yüzümün aksine sesim dalgalanmıştı.

Gitmek istiyordum. Şu an bu masadan kalkıp gitmek, yalnız kalmak... Uzun zamandır canımı mektuplara atışım seyrelmişti. Şimdi o kadar ihtiyacım vardı ki yazmaya, dolan içimi yeniden mürekkebe taşırmaya. Kalkıp gitsem ayıp olur muydu? Anlarlar mıydı bir şeyler olduğunu, iyi olmadığımı? Sıkışmış hissediyordum, daha önce hiç hissetmediğim kadar. Ne diye bugün dışarı çıkmıştım ki? İyi hissetmiyordum işte yanlarında. İllaki adı geçiyordu. Sonra tüm gözler bana dönüyordu. Biliyorlar mıydı hâlâ atlatamadığımı? Ya yine konu onu gelirse? Nefesim sıkışıyordu artık. Birden ayaklandım oturduğum sandalyeden.

“Benim acil işim çıktı, gitmem gerek.” Bir çırpıda söylediğim sözlerin ardından cevap beklemeden kafenin çıkışına adımladım.

Ne düşündükleri şu an umurumda bile değildi. Gözleri önünde ruhumu dizlerinin üstüne çöktüremezdim. Gitmem gerekti, uzaklaşmam... Kurtuluş’un banklarına giden yola çevirdim yönümü; uzun zamandır gitmeye korktuğum, çoğu kişi için sıradan bir bankken benim için anılar dolu olan banklara…

İçimde fırtınalar kopuyordu, bense olabildiğince yavaş atıyordum adımlarımı. Gitmek ve gitmemek arasındaki ikilemin beni arkamdan çekiştirmesinden kaynaklıydı bu yavaşlığım, biliyordum. İnatla attım adımlarımı. Gidecektim. Kaçışım yoktu hiçbir şeyden. Bir gün mutlaka düşecekti yolum o banklara. Neden bugün olmasındı ki?

Tüm nefretim ayaklarıma akıp adımlarıma güç kattı. Hızlandıkça daha da yaklaştım banklara, anılarıma. Durdum sonrasında. Karşımdaydı işte, tüm yeşillikleri ve kuş cıvıltılarıyla. Bir zamanlar tüm huzuru bulduğum yer, karşımdaydı. Hızlı adımlarım korkak oldu yeniden. Tek tek adımladım önceden neşeyle yürüdüğüm taşların üzerinde. Her adımımda onunla anılarımdaki biz, bir silüet olarak geçiyordu yanımdan. İndirmeli miydim başımı, görmemek için? Hayır! Görecektim, yüzleşecektim. Yokluğunun bedenime işlemesine izin verecek ve daha çok farkına varacaktım. Bir zamanlar yanımdayken şimdi hiç olmayışını iliklerime kadar anlayacaktım.

Tüm detaylarıyla inceledim önceden uğrak mekânım olan parkı. Değişmişti, onun gidişinden sonra değişen her şey gibi park da değişmişti. Yeni yollar çizilmiş, yeni banklar eklenmişti. Aynı kalan bir benim hislerim miydi? Sanırım hayır. Benim hislerim de değişmişti. Zaman aşındırmış, yıpratmıştı birçok yerini. Eskisi gibi mutluluk vermiyordu onu sevmek. Hissi acı verici tadıysa tuzlu gözyaşlarıydı artık. Nefes almak da zehir soluyormuşçasına yakıcıydı. İlk mektuplarımı yazarken ne kadar seviyordum oysa hâlâ ilk günkü gibi. Bu kadar zorlu olacağını bilmiyordum. Benden eksilteceklerini düşünmemiştim. Tek düşündüğüm ilk aşkımı kendi sonsuzluğumun gittiği yere kadar, ihanet etmeden sevmekti.

Şimdilerde bir öfke sarıyordu bedenimi. Hâlâ seviyor muyum kestiremiyordum ama hissettiğim saf bir öfke vardı ona karşı. O öfke geçse yine sever miydim, bunu da bilmiyordum. Yorulduğumu hissediyordum artık. O’nu sevmek ruhumu yaralıyordu. Ağır aksak attığım adımlarla boş çardağın önünde durdum. Çantamı masanın üzerine atıp oturdum. Parkın bana hissettirdiği ağırlıkla kollarımı masaya koyup başımı da kollarımın arasına sakladım. Güneşin tenime değişini hissediyordum. Rüzgâr yapraklara dokunup ses çıkartıyor ve tenimi okşayıp gidiyordu. Kuş cıvıltıları da rüzgârın melodisine eşlik ediyordu. Huzuru hissetmesi gereken bir yerde canı yanar mıydı bir insanın? Hazır hissettiğimde çantamın içinden kâğıt ve kalemimi çıkardım. Öfkem kâğıda siyah lekelerini ne şekilde bırakacaktı?

“Sevgili Mavi,

O kadar uzun zaman oldu ki… Her şey adına geçerli bir durum şu anda biliyor musun? Sana mektup yazmayalı uzun zaman oldu mesela, sen gittin gideli de öyle ve Kurtuluş’a gelmeyeli de aynı şekilde. Sen gittiğinden beri geçen zaman, Kurtuluş’a gelmeyişimden daha uzun. Sana hiç göndermediğim o mektuplardan yazmayalı geçen zamansa Kurtuluş’a gelmeyişimden daha kısa; ama uzun işte. Hepsinin kendi içinde uzunluğu var. Nasıl oluyor bu, değil mi? Sensiz geçiremediğim dakikalar vardı önceden, şimdi o dakikalar yıllar oldu. Kurtuluş’a her ay giderdik neredeyse, uzun zamandır buraya da gelmedim; açıkçası ne kadar oldu onu da saymadım. Son olarak her canımın acısını hissettiğimde koşa koşa sarıldığım kâğıda aylardır el atmadım. Birer günden birer haftaya ve birer haftadan aylar süren bir zamana... Böyle işte, kendi içlerinde uzun zamanlar.

Arada aklım geliyor iyi olup olmadığın. Geçiştiriyorum bazen. Baş etmeye çalışıyorum senli düşüncelere. Bazense geçiştiremiyorum ve tüm bedenim senle doluyor. Doluyor ve taşıyor. Önceden sadece kâğıtlara taşardı artık öfkeme de taşıyor. Her farkındalık bana öfkeyi doğuruyor. Hayatıma olan tüm etkini gördükçe öfkeden başka bir şey hissedemiyorum. Sevmiyor muyum artık seni? Yoksa özlemim mi hırçınlaştırdı beni bu kadar? Gözlerimin arkasında saf nefret mi var yoksa nefretin de arkasında sevgim mi gizli? Şimdi şu dakikada gözlerime baksan ne görürsün? Bence öfke, arkasında sevgi mi var yoksa boşluk mu, bilmem ama ilk göreceğin şey öfke olur.

Gerçekliği yitiriyorum artık, öfkem biraz da bundan. Bana hissettirdiklerin beni gerçeklikten koparıyor. Bir mekânda otururken bir anda kendimi senli düşüncelerde kaybolmuş, olan bitenden bihaber bir şekilde buluyorum. Odaklanamıyorum. Aylardır kâğıtlarda sana dert yanmayışımla iyileşiyorum sanmıştım. Başa mı dönüyorum? Yine bin birinci vazgeçişimin bin ikinci sevişi mi bu? Öyleyse istemiyorum. Artık seni sevmek istemiyorum. Vazgeçmeyi hiç bu kadar istememiştim.

Önceki hâllerime göre kat be kat daha iyiyim ama biliyor musun? Her boşlukta ağlamıyorum, her özlediğimde yazmıyorum, her seni düşündüğümde paramparça hissetmiyorum. Alışıyor muyum? Acı geçmedi hâlâ orada, biliyorum ama eskisi kadar da acıtmıyor bizi mahvedişin. Sanırım gerçekten iyileşiyorum. Gözlerimin en arkasında hâlâ sevgi varsa bile, beni eskisi kadar hırpalamıyor. Beni sevmeyişinle başa çıkmayı öğreniyorum. Biliyorum; seninle ne kavgam bitti ne de sevdam ama bir gün, elbet bir gün, tamamen biteceksin bende. İşte o gün geldiğinde, bittiğini iliklerine kadar hissedeceksin. O zaman geldiğinde sana söz veriyorum ki bir daha hayallerimdeki senin bile gözlerine sever gibi bakmayacağım. Söz...

Efsun Adanır.”

Bitirdiğim mektubun her bir kelimesinden taşan öfke hâlâ damarlarımda dolaşıyordu. Kâğıdı katlayıp çantama tıkıştırdım. Mavi mektup zarfına eve gidince koyardım. Sonraki durağı da bir posta kutusu değil, diğer tüm mektuplar gibi siyah kutu olurdu. Çantamdan sigaramı çıkartıp derin bir nefes çektim zehirli dumanından. Bir daha mektup yazar mıydım? Öfke bu kadar hâkimken vücuduma, olabildiğince uzaklaşıyordum ondan. Bir kez de öfkemi bu kadar derinlemesine yazmak istemiştim. Diğer öfkelerimi hatırlıyorum da hepsinde sevgiyi hissediyordum. Bu seferki farklıydı; ya çok iyi saklanmıştı ya da oralarda değildi. Bunun muhakemesini yapacak güçte değil miydim hâlâ? Düşüncelerimde kendimi sorgularken gözüm telefonun şeffaf kabına takıldı; daha doğrusu kabın içine koyduğum kurutulmuş çiçeğe. Yıllardır orada olan, doğum günümde çimlerin arasında otururken kopardığı kırmızı yonca çiçeğine... Ben karanfilleri severdim ama o gün eline gelen yegâne şeydi kırmızı yonca. Verdiği ilk ve tek çiçek. Kabı çıkartıp kurumuş çiçeği aldım elime. İlk zamanlarda capcanlı olan mor kısımları sararmıştı. Mor olduğu seçilmiyordu bile. Elim çakmağıma gitti. Alevlendirdim çakmağı. Gözlerim çakmağın mavili kırmızılı ateşi ile çiçek arasında dolaştı bir süre. Çiçeği aleve yaklaştırıp yere, ayağımın hemen dibine attım. Ben karanfilleri sevdiğim hâlde, sen verdin diye dünyanın en özel çiçeğiymiş gibi sakladığım o çiçeği yaktım, Mavi.

Nur ÇETİNKAYA


Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

İNSAN NEDİR? - ŞEVVAL CANSIZ

MAVİ’YE MEKTUPLAR - NUR ÇETİNKAYA

ARTIK ZAMAN AKMIYOR - SEFA EVLİYAOĞLU